Powered By Blogger

13 Aralık 2013 Cuma

davuklu yeni yıl


Selam,

Uzun zamandır yazmıyordum, hazır öğlende davuk döner varken üj-bej satır karalayım didim. Bu arada okuduğunuz satırlar, blogda yayınladığım tam 200. yazıyı oluşturuyor. Döner, dediğin etten olur, davuk ne amk? Hiç sevmem davuk döner bazen safi yağı denk gelir ya, iğrenç. Domuza bok atıyoruz ya aslında dünyanın en pis hayvanı davuktur. Davuk zehirlenmesi adamı tahtalıköye postalar, diğer gıda zehirlenmelerine beslemez. Şefin tavsiyesi; davuk yimeden önce koklayın.

Bu ay biterken yanında bir yılı daha götürüyor. Bu yıl -benden neler götürdü?- yerine -bu yıl bana neler getirdi?- diyeceğim bir yıl olsun. Haydi kemik. 2013 yılında Maya takvimine göre, hesapta kıyamet kopacaktı lakin kopmadı. Belki kopmadı ama baya kişi öldü olum. Sevilen kişilerin ölmesini sevmiyorum, isyankar yapıma katalizör oluyor bu durum. Çok sinirleniyorum.  Bu yıl iyiler ölmese, kötüler ise acı çekerek ölse olur mu? Çok şey mi istiyorum?

Yazının kısası makbuldür, hahah attım lan. Ne alakası var? Yazmaktan sıkıldım.

2014’de savcılar davalarda uyumasın, hakimler abuk sabuk kararlar vermesin, yok yere insanların/hayvanların özgürlüğü elinden alınmasın. Polisler az şevkatli olsunlar. Pehh iyi dileklerini sunan güzellik yarışmacısı gibi konuştum. Unutmadan; çok minik bir şey isteyeceğim; Atatürk dirilsin! Valla bak, bunun hayalini çocukken her gün kurardım, inanırdım da. salak bi çocukmuşum. Dirilse kabinenin yarısı kalpten gider zaten. hehehe.

Adios.

Serhan.

24 Eylül 2013 Salı

lüzumsuz hayatım

selam,

süper pesimist bir yazı yazıyorum haberiniz olsun. 

ben serhan; ben, kesinlikle baştan aşağı lüzumsuz bir hayat yaşadım. lüzumunda sadece; -lüzumsuz hayatımın başka insanlara ders olacağı- bir hayattı benimki. inanın, en gerekli yerde hiçbir çaba göstermedim. bıraktım, hep erteledim, salladım. boktan be. di mi!? aslında yaşamasam da olurmuş. ne o trajediyi önleyebildim, ne de aha ben şöyle şöyle bir iyilik yaptım da hayat kurtardım diyebileceğim bir hadise yada sıkı bir kahramanlık öyküsü var, mazimde. benim kahramanlık öykülerim hep piç oldu. millet, iş peşinde, okul peşinde koşarken, aptalca, kimseyi umursamadan; rehabilitasyon kılıfında bolca boşa zaman geçirdim. içiyordum da, sabah arabayı nereye park ettiğimi bile bazen hatırlamıyordum. 

öyle bir yaşadım ki, çocukluğum eğlenceli ama başkalarıyla alay etmeyi ihmal etmemekle geçti. o alay ettiklerim, benden çok önce adam oldu. bazıları da bi bok olamadı, o ayrı. bende ise, yarım şişe viskiden sonra şekillenen hayali projeler ganiydi. herkesin alay ettiği ile alay etmezdim. nedense? çocukluğumda futbol oynardım. gol kaçırınca yukarıya nah işareti yapıyordum. suç bendeydi ama suçları başkalarına atıyordum işte. allah beni sevmiyordu! biliyordum. (ilerleyen zamanlarda iki defa kazadan kurtulacaktım...) küfürleri saymıyorum bile. onun dışında ergenliğim geç gerçekleşti. geç büyüdüm. aslında bazı düşüncelerim hiç gelişmedi. 7 yaşında neyse, şimdi de o. ama kimseye göstermiyorum. bazı fikirlerim ise 7 yaşında tıpkı şimdiki gibiydi. bu iki cümle aynı değil.

girdaplara direnmedim, her yere savruldum. psikolojimi bozmaya 13lü yaşlarımda başladım. kimse anlamadı. kurcaladım kurcaladım sonunda 21-22 gibi psikolojik olarak -ağır sorunlu- kategorisine geçiş yaptım. bu zamandan sonra hayatıma giren kişiler için belayı azam oldum. taptığım gitti, tek kaldım. o, başkaları için kötü örnek olabilirdi. benim için ise mükemmel olan bu örnekten öyle uzaktım ki, kendime resmen küstüm. kendimle konuşmadım ama nefret ettiğim davranışlarımı hiç bırakmadım. kendimle barışmak için hiç adım atmadım. 

beni sevene değer vermedim, sadece gitmesinden korktum o kadar. aşık olmadım bence biliyor musunuz? ilk başta öyle sandım, sonra nasıl kurtulabilirim bu sorumluluk gerektiren hayattan? diye düşündüm. onu nasıl kurtarırım, benimle geleceği yok ki!? anası kaynaklı -senden bir bok olmaz- gazı ile ayrıldık, gazladım gittim. yazdığım kadar kolay olmadı tabi. sorunlu halimle bile okulu donumda salladım diyebilirim. akranlarım bana tur bindirmişti, birçoğu benim neden aradığımı biliyor, telefonlarını bile açmıyorlardı. sonra yalnızlığa alıştım. çok alıştım.

sinirleniyordum, bir şeyler yapmalıydım. bunlar sadece kıpırdanma idi. biliyorum zekiydim ama kendimi yormuştum. bana karşı beklentiler hep yüksek oldu. kuzeyde bir arkadaşımın tezini yaptım, belki de yaptığım en sağlam iyilik bu oldu. okulun, yükseğini de yaptım ayıptır söylemesi. hayatımın bir kaç senesini gece seansında oynadım. birbirimize doğrultuğumuz silahların hepsinin oyuncak olmadığını açıklamama gerek yok. zira tiyatro oynamıyorduk, oradan bi tek ben yırttım. sonrasında kuzeydeki yaşam bana cennet gibi geldi. ikinci bahardı resmen, yeniden doğmuştum ama sonra yeniden ölmeye başladım. sorunlar iyice omuz başlarımdan bastırıyordu. zamandı bu, tanıyordum...

ama dedim ya lüzumsuzdum işte. biri daha geldi, böyle merdivenden indi. o eterasandı! bana hep destek-tam destek verirken, ben şımardım. toparlan dediğinde de, deneyim tabi dedim. plan yaptım, toparladım da. biraz uzun sürdü, koşan akranlarla arayı kapamak ama bence kapadım. ilaç bile az alıyordum yok be aynıydı aslında. ümidim vardı. oldu galiba. meğer bu ümidin de bir -deadline-ı varmış. ve yaptıklarımın bedeli. bu bedel belki de intikam aldı, hayatımı karalayarak. her şey iyi olmaz kaidesi vardı. hep işlerdi. olmaazz bu sefer benim istediğim gibi olacak... dedim ama sanırım iş işten geçmişti. hayatım için; üçüncü, dördüncüyü dener miyim? yoksa; oturur bir köşeye lüzumsuz hayatımda daha ne boktan şeylere şahit olacağım? diye düşünerek sessiz sessiz olacakları mı beklerim? bilmiyorum amına koyayım, bilmiyorum. 

tek bildiğim gücümün bittiği.

Yahya Kemal Beyatlı'dan;

SESSİZ GEMİ

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki,giden sevgililer dönmeyecekler.


see you guys.
serhan.

16 Eylül 2013 Pazartesi

fırın oldum ben

selam,

çocukluğumdan kalan salakça bir özelliğimi anlatayım size. millet çocukken, futbolcu olurdu, aktör olurdu ne bileyim işte sevdiği birileri olurdu ya; ben genelde cansız bir şey olsam ne olurdum... diye düşünürdüm. araba olsam hangisi olurdum? tekne olsam nasıl olurdum, sonum nasıl olurdu, yelkenli mi olurdum? batar mıydım? ne haltsa, sorunlu çocuk düşünceleri işte. fırın olsam peki? nasıl bir fırın olurdum, piyasam olur muydu? beni ihraç ederler miydi? bu kadar olunacak şey varken fırın nereden çıktı ulan allahın manyağı? dediğiniz duyar gibiyim. çıktı işte.

ben fırın olsam; çok çabuk kızardım. anında yüksek derecelere çıkardım. çabuk kızdığımı bilmeyenler için tehlike arz ederdim. yeni evlenmiş, kocasına ilk yemeğini pişirecek gelinlerin elini-kolunu yakardım. kabiliyetsizler çünkü. benden çeyiz olmazdı. sonra nefesim çok kuvvetlidir. çift turbo fırın olurdum. yemeğin altını-üstüne eşit derecede, iyi pişirirdim çünkü ben adil bir adamımdır. elbette ki zaman ayarlı olurdum. ama o düğme/düzenek devamlı arıza yapardı bu yüzden de pek çok yemek yanardı. neden? gerçek hayatta bir yere zamanında yetişemem de ondan, nadir. mekanik aksanım sağlam olurdu. psikoloji tırt ama fırının psikolojisi olmayacağına göre; öyle arıza vs yapmazdım. evladiyelik olurdum. yalnız acayip elektrik çekerdim ben. çünkü para hesabı bilmem. ızgaram da iyi çalışırdı bak. güzel balık pişirirdim. geniş, yayvan bir fırın olurdum. fazla renk çeşidim olmazdı. 

piyasam şöyle olurdu; beni almak isteyenler bu özelliklerimi bilen, ucuz bir şey almak istemeyen güruhtan oluşurdu. beni alanlar, fişimi timerlı prize takarlardı. fiyatım nispeten pahalı olurdu. çünkü malzeme kalitem fena olmazdı. benden daha az tüketen fırınlar daha ucuza satılırdı. ama bilenler, çok elektrik de tüketsem, timerım bozulsa da beni tercih ederlerdi. çünkü benden çıkan yemek ciddi iyi pişerdi, lezzetli olurdu. huyumu suyumu öğrenen ise; başka fırına bakmazdı. beni araplar alırdı. ayı gibi kapağımı falan kapatırlardı. bir bok olmazdı. italyanlar alırdı, onlar da fırınları çok kullandıkları için sağlam bir şeye ihtiyaç duyarlardı. yüksek derecelere çıktığımdan, sızdırmazlığımdan dolayı tutulurdum. iyi sır tutarım da ben sızdırmam. pizza için de uygun olurdum.

bu garip yazımın sonuna geldim,
fırın olmak çok garip bir şeymiş.

eyvallah.
Serhan.

2 Eylül 2013 Pazartesi

aşkın -böyle bir- hali

onu şöyle tavlamaya çalıştım.

bak bebeğim, romantik olmayacağım. seni üzen kim olursa, onun hayatını sikerim. canını sıkan olursa, onun da ağzını, burnunu birbirine sokarım. sonra, tatile mi gideceğiz, sen seç... soru bile sormam. seninle olduktan sonra aç gözlü turistlerin sulu bira almak için birbirlerini çiğnediği -herşey dahiller- bile benim gözümde; cennet. bir de ne biliyor musun hayatım? sen zaten oraları seçmezsin, bu satırları yazarken belki de bunun rahatlığı var.

dün balıkçıdaydım hayatım. bir çift geldi. sipariş verdiler aha hatun için dışarıdan üstü streçle kaplı köfte geldi. neymiş balık yemiyormuş. ihihih diye sevindi kız. nefretle baktım ona. balık/deniz mahsulü yemeyen insan evladı mı olur lan? diye haykırmak istedim. o arada hödük herif de kasılıyordu. sanki çok bi halt yedin? uyuz sevgilin madem et yiyor, siktir git kebapçıya o zaman. ne işin var balıkçıda? zaten herif küçük bir çiftlik çipurası yedi. ot amına koyayım, öyle kuru kuru yenir mi o? bu arada balık yasağı da kalktı.

sonra hayatım, kız tuvalete gitti. onlar bacaksa, seninkiler başka bir şey. şeytan diyor ki; malum kişiye bir komplo kur, yak herifi. şeytanla iyi anlaşırım ben hayatım. yakarım! o merak ettiğin, ikna kabiliyetimi de şeytandan aldım.

yerim.

serhan

29 Ağustos 2013 Perşembe

süper tipliler

hey,

içimde zerre kadar yazı yazma isteği yok. lakin o kadar sıkılmışım ki, zerreden daha küçük bir yazma isteğine yenildim. size bu sefer dünyadaki süper tiplileri anlatacağım. evet, dünyada süper tipliler var. süper tipliler, başka bir gezegenden yıllar önce gelmişler, dünyamızda çoğalmışlar. ayrıca dünyalılarla neslini devam etme yeteneğine sahip olan süper tipliler, dünyalılara göre dominant olan kromozomlarını, tam dört nesil sonrasına kadar taşıyabilirler. e sayıca azlar, nesillerini devam ettirmeleri işte bu kromozomların gücünde saklı. yalnız, dördüncü nesilde, süper tiplilerin özelliklerinin üzerine çok fazla dünyalı kromozomu biniyor; dominantlık, resesifliğe doğru kayıyor. dünyada, süper tipli olduğunu bilmeden ölenler bile var. kısaca; süper tiplilerin nesillerini devam ettirmeleri için, dört nesil sürecinde bir süper tipliyi, diğer bir süper tiplinin bulması gerekmektedir. yoksa sonraki nesilde (çocuklarında) bu özellikler tamimiyle kayboluyor ve çocuk sıradan bir dünyalı olarak doğuyor. süper tipliler, bu konuda hassas olabilirler.

süper tipli, neslinin son temsilcisi değil ise, kimse ona eş seçiminde karışamaz. son temsilci ise, ahiretteki süper tipliler devreye girebilirler ve dünyadaki diğer süper tiplileri birbirleriyle garip tesadüflerle/olaylarla karşılaştırırlar, en azından denerler ki nesil kaybolmasın. zaten işin en zor yanı, karşılaşabilmeleridir. sonrası onlara kalmıştır. dünyada nüfus, hızla artıyor ve süper tipliler de dünyalılar gibi ışıltıdan, kariyerden, maddiyattan, şaşadan ve/veya aşırı ilgiden etkileniyor. çok sevilmesi halinde de bir takım sıkıntılar doğuyor. çok uzun seneler önce, süper tiplilerin gezegeninde bir patlama oluyor ve sadece gençler ve çocuklar dünyaya gelebilip, kurtulabiliyor. yaşlı olanlar orada kalıp, maalesef ki yok oluyorlar. her süper tiplinin içinde açıklayamadığı hüznün kaynağı işte bu trajedidir. işte bu yüzden; süper tipliler, başkalarını kendilerinden önce düşünürler. belki yine aynı sebepten, derinliklerinden gelen, ''yapma'' sesine kulak asmadan sırf seviliyorlar diye, hayatlarını başkaları uğruna feda ederler. yalnız; süper tipliler eğer birbirleri ile karşılaşırlarsa, aradaki çekim, bütün bağları kırabilir, son nesilden olanı bulmak için yollanan süper tipli, son nesildeki süper tipliyi gün yüzüne çıkarmakla yükümlüdür. işte o, gün yüzüne çıkan süper tipli, bir daha asla eskisi gibi olmaz. hiç aklında yokken; yeni bir süper tipli dünyaya getirmek ister. dünyası alt üst olur. kaldı ki, ataları bu dünyadan da değildir.

süper tipliler arasında öyle bir çekim olur ki, bunu kesinlikle bir süper tipliden dinlemeniz lazım. dünyada az da olsa süper tipliler yaşamaktadır. birbirlerini bulmaları ise artık çok zordur :( süper tipliler genelde; hüzünlü olur, sol ve sağ ellerini iyi kullanırlar. yalnız kalmaktan hoşlanırlar. darbelere mukavimdirler. dünyalılardan, özellikle psikolojik açıdan daha üstündürler, yaratıcıdırlar. hisleri, tesadüflerin önüne geçecek derecedir. süper tiplilerin fiziksel özellikleri değişkenlik gösterir yalnız bazı detayları öyle güzeldir ki, insan; bu nasıl bir mükemmelliktir? demekten kendini alamaz. 

Belki, siz de bir süper tiplisinizdir, kim bilir?
bilim kurgu masalı oldu bu.

hadi eyvallah.

Serhan.

10 Ağustos 2013 Cumartesi

kusmuk

selam,

hayatımda çok sağlam dayaklar yedim. ilk sırayı Türk polisi, ikinciyi Rus polisinden yediklerim alır. iki teşkilat da inanın birbirlerine çok benziyor. aynı acımasızlıkla vuruyorlar. neyse geçelim bu konuyu. beni tanıyanlar, fiziksel acılardan çok, psikolojik olanlardan etkilendiğimi bilirler. şimdi siz; ne oldu, ne bitti de böyle bir yazı yazmaya başladım diye düşünüyorsunuzdur. bugün, bazı duymak istemediklerimle karşılaştım ki onlar gerçek; bütün gün salakça oraya-buraya koşup durdum. zihnen koştum. yoksa, bedenen oturuyordum hatta kıpırdayamıyordum bile. insan zihniyle de koşabiliyormuş. enteresan.

sonra zihnimle kustum. duyduklarımdan sonra belki de zihnimin midesi bulanmıştı. her yere kustum. kusmuklarımın içinde ayağa kalkmaya çalışırken, insanlar sanki beni seyrediyordu -yine düşmüş salak- diyorlardı, hatta birkaç tanesi gülüyordu. öyle kaygan kusmuştum ki; ayakta duramıyordum. bi' dursam, o gülenlerin anasını sikecektim. geçmişte, tutunmayı bıraktığım ve beni tutmayı bırakan çok insan vardı, bugün onlar aklıma geldi. hiçbirine gerek yoktu ya artık. nasılsa ona tutunuyorum diye düşünüyordum. ama o, beklenmedik bir anda geri adım attı. ben ileri gittim, bu sefer; o yana çekildi, düştüm işte. bu kadar kolayca. ben, anlattıklarımı yaşadıktan sonra, geldi ve bana elini uzattı...

elim kusmuklu be çocuk. 
ben, şimdi senin o elini nasıl tutayım? şu an; tek isteğim, tımarhanedekileri yıkadıkları gibi beni de tazyikli suyla yıkamaları. kulağıma pamuk tıkasınlar ama, kulak ağrsını hiç sevmem. çocukken çok ağrırdı da.

bu kadar.
serhan.

bu da şarkı;



27 Temmuz 2013 Cumartesi

Aslı'nda...

hi there,

sliding doors diye bir film vardı. hepimiz, Gwvyneth Paltrow'un metroyu kaçırması ve kaçırmaması ile şekillenen hayatının senaryosunu, daha doğrusu senaryolarını zannımca hatırlarız. bu blogu düzenli takip edenler, o filmi es geçmemiştir zaten deyip, blogumun kültür seviyesini ayrıca belirtmek isterim. ne güzel filmdi o? 

o mavi balığı bile kıskanıyorum. hahah bakmayın güldüğüme; sinirden kuduruyorum Aslında, kuyruğu ile kavga eden kedi gibiyim. çıkın o havuzdan. evinize gidin. hatta sen, hücre evi kılıklı evine git. elim kolum bağlı, misafirperverliğini siktiğimin dünyasında. Portishead, Roads dinleyelim, basalım gidelim. (officially dedicated the song to you...)

harbi boktan bir hayatım oldu benim. eyvallah beterin beterin mevcut ama ne bileyim; orasını düzeltsem, burası elimde kaldı. çin malı hayat, hudayinabit bir yaşam. arada kaldım olum hep. elimde çok güç olmasa da, yardım edeyim moduna girdim. safım aslen. söz verip, arkasında durmaktan var olan gücümü de yedim. heh bu arada; herkes aslan burcu olsa, tavlayı bile tek başıma oynarmışım ben. o denli alakasızım aslan burcu insanları ile.

son olarak #direntürkiye, yobazlara, bölücülere karşı diren. Ve ben, yel değirmenlerine karşı savaşıma devam edeyim. salakça belki ama; beni şu anda hayata bağlı tutan tek şey savaşmak. kazanırım ama kaybederim orasını bilmemem. tek bildiğim kaçarsam; var olmayacağımdır.

savaşayım ben.
eyvallah.

Serhan.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

ayrı telden

merhaba millet,

sittin senedir bilog yazıyorum hala 159 okurum var. mamafih ben ne yapacağımı biliyorum. ne kadar yeni açılmış bilog varsa hepsini takip etmesi için bir çocuğa 150 TL falan vereceğim. aslında prim usulü mü çalıştırsam haytayı? bin bilog 100 TL. oha lan çocuk bin biloğu nereden bulsun? bulsun. işi o! parayı alırken ses etmeyecek ama! nihahaha işveren psikolojisine büründüm. gelelim asıl konuya demden önce işveren psikolojisini kısaca özetliyorum, alayı manyak. bildiğimiz şizofren bir şahsiyet, yeri gelir bunlardan daha iyi kararlar verebilir. zaten bu yazı, konudan konuya atlıyor. asıl konu diye bir şey yok.

neyse siktir edin şimdi işverenleri. evime kütüphane alacağım. yani var ama; gezi parkı ağacı benzeri. bana anlattırmayın şimdi üşenmeyin google'a yazın, çıkıyor. ne şirin değil mi? evet çok şirin. az önce saçıçok'un erkek arkadaşı ile öpüştüğünü anlattığı -ergen kokan- yazıyı okudum. altına onlarca salya-sümük yorum yazılmış. bir tanesi de çıkıp şunu dememiş bilader; kızcağızın kendisini unuttuğu sandığı delikanlı şöyle hatırlamış seni güzel kızım, (delikanlının iç sesinden) '' heh aynen böyle, paso öpüşüyorduk, başka da pek bir icraatımız yoktu... belli ki bu gidişle de uzunca bir süre olmayacak... iyisi mi ben, unuttun mu? sorusuna tepkisiz kalayım da bu film yeniden başlamasın. ne o zorda kalsın, ne de ben... '' zevgili saçıçok, belli bir yaşa gelen insanların ihtiyaçlarını, sadece öpüşmek çözmez. çözsün isteriz, lakin çöz-mez. iki kere iki dört. öperim gözlerinden.

bitirme paragrafı; hahah tüplü televizyon, depremzede battaniyesi, işler güçler, bebek mezarı büyüklüğündeki ayaklar vs. koç, o pozunla sen; diğer bütün çektiğin fotoğrafların üstünden bi' güzel geçmişsin be. evin de hücre evinden hallice zaar. sil olum o fotoğrafı. her resimde gamzelerin çıksın diye kasman da ayrı bir antipatiklik. o hatun var ya; sana 38 gömlek falan fazla. bu arada gömlek dedim de, gömleğin altına da t-shirt de giymeyiver. bir değil, birkaç yerden sırıtıyorsun da işte, genç yaşta araklamışsın kızcağızı. aylar, yıllar birbirini kovalamış. yoksa durmazmış. ballısın.

eyvallah

serhan.

13 Haziran 2013 Perşembe

at yalanını zikeyim bacım


merhaba millet, aslında canım bir şeyler yazmak hiç istemiyor. e ne zkime yazıyorsun o zaman diyorsunuzdur, haklısınız. çünkü tutarsızım. yazdıkça açılır mıyım acaba? dedim ama tık yok. klima düşmanı insanlar var. klima düşmanı insanlarla benim aynı ortamda bulunmam çok zor. sıcağa dayanamıyorum. burası çok sıcak. ofiste klima düşmanı iki insan var, onlarla aynı ortamda bulunmak durumundayım. bana özel ofis vermiyorlar, cimriler.

klima çok güzel soğutuyor ama onlar üşüyor. bir de, klima gazı baş ağrısı yapıyormuş, başağrısı da illet bir ağrıdır. onları da anlamak lazım. her ne haltsa, az önce herkes yemeğe çıktı. ofiste tek başımayım, gömleğimin düğmelerini yavaş yavaş açtım, sağ elimi pantolonun... hah şaka lan şaka. allahın sapkınları sizi. neyse amk açtım klimayı dinine kadar, öyle oturuyorum. aç değilim çünkü saat on buçukta, içinden tavuk salamlarını ayıkladığımın sandviçini zıkkımlandım. ayıkladığım salamları kediye verdim, o da yemedi. köpeğe verdim yedi. tavuktan salam mı olur lan? iğrenç. Füme hindi başka bak.

gezi olayları esnasında biri, yok lan o olay öyle olmadı ''türbanlı kadını pişirip yiyecektik aslında biz...'' tarzında bir tweet atmıştı. komikti, güldük falan. bugün röportajda canavarlar (üstü çıplah, kaffalarında garip şeyleri olan 70-100 kişi) kadını, bebek arabasını da elinden alıp, tartaklayıp, devrim yapacaklarını beyan etmişler. at yalanını zikeyim bacım.

ne demişler; imam osurursa, cemaat zıçarmış...
neyse, ben camiye gidiyom, iki tek atacağım... belki okey felağn da oynarım...

ulan allah belanızı versin be.

eyvallah.

not: niyat doğan > necati şaşmaz 

28 Mayıs 2013 Salı

hesap, kitap...

naber millet,

hesap, kitap yaparak teklif verilir. hesap, kitap yaparak ki o da doğruysa, matematikte nihai sonuç bulunur. hayat çok bilinmeyenli bir denklem. hayatı, hesap kitapla çözeceğim derken biter falan böyle çok garip bir şey. 

bir gün, bakarsınız geçmişinize, geçmişimi zikeyim! dersiniz. ertesi gün baktığınızda, ulaaan aslında ben var ya; garip garip şeyler yapmışım da enteresan şeyler öğrenmişim dersiniz, farklı olduğunuzun farkına varırsınız. tam kendinize az biraz şevkat gösterecekken baskın pesimist karakteriniz ortaya çıkar ve kükrer. aha da böyle; rooarrrr... ben böyle horluyorum. burnum kırık çünkü. hadi lan ne boka yarayacak ki bu bilgiler, kim ne yapacak benim bildiklerimi? kimin ihtiyacı olacak? boş zamanlarında CAD'de araba çamurluğu, ne bileyim böyle abuk sabuk şeyler çizen bir manyağa, olmayacak şeylere merak duyan bir diplomalıya en azından TR'de kim ihtiyaç duysun ki? zalim iç ses.

mamafih duyuyorlarmış cancağızım... ben de şaşırdım. çok kolay çizimler lan bunlar. araba çamurluğu çizmek çok çok çok daha zor. aynı zamanda anaerobik hesaplamalar da çok basit. makineci araba hastası bir adamın turbo ek hesaplarının yanında çok basit. ineklere bakıyorum, onlar sıçınca elektrik falan üretiyoruz biz. katı atık işini zaten bilirdim de, haha bi ara; modelleme yapabilir misin? dediler bana. pehh yaparım, nasıl yaaaniiii? baya. yeter ki inekler sıçsın. kabız inekler işimize gelmez. reaktör falan var. 8 metre boyu var axh'dan silindirik hesaplarsın zaten. atla deve değil. aşağı yukarı aynı manyaklığı yapıyorum ve üstüne para alıyorum. hayat çok garip. ben rusça bile biliyormuşum, kelime biliyorum. geçen onları birleştirdim baya baya cümlecikler oldu. sohbet felağn oldu. 

şaşırdılar. iyi insanlar. şirketin top takımı var. top oynadım eski halimden eser olmasa bile, zamanında topa vurduğumuz belli olmuş. son maçı kaybettik baklavaları verdik.

neyse adios brolar.

serhan.

10 Mayıs 2013 Cuma

burası bildiğin gibi biraderim...

selam,

fark eden olduysa, uzun zamandır bir şey yazmıyorum. içimden gelmiyor. etraf dostlarım, et-raf. insanın etrafı çok önemli. aile, arkadaşlar, akrabalar vb. etraf, yapıcı ama daha çok yıkıcı eleştirileri ile benim gibi insanların pamuk ipliğine bağlı psikolojilerine direkt etki ederler. ben, çok kafaya takmaz gibi görünsem de bazı söylenenleri, yapılanları unutamıyorum. resmen beynimde yer ediyorlar. aslında bu davranışım bazen iyiyi, doğruyu anlamama yardımcı oluyor. zamanla çözdüğüm birçok olay oldu. kendi hatalarımdan kaynaklandığını geç de olsa kabul ettiğim birçok hadise. ama bir tanesi var ki, maalesef asıl suçlu çok yakınımda. bu hayatta yalnız kalmamın müsebbibi. sevgi, saygı ayrı ama suçlu o. bu kararı vermek benim açımdan kolay olmadı lakin kesinlikle gerçek bu. anladığımdan beri beynimden vurulmuşa döndüm, zaten o da beyninden vurulmuştu. muhtemelen ''sikerim böyle aşkın ızdırabını'' demiş ve son noktayı koymuştu. hani bir laf vardır, bir elin yaptığı iyiliği diğer el bilmemeli diye. çocuğa kötü örnek oluyordu. hep duyduğum laf buydu. hiç de kötü örnek olmuyordu. aynı zamanda size ne arkadaşım? size ne? ben o örnekten gayet mutluydum. dünya bir yana, o bir yana idi.


hep aynı terane, bir iyilik yapılmışsa; başına kakılır. hep söylenir. her defasında, her ortamda, devamlı. en sonunda; senin yaptığın iyiliği de, seni de... bu iyiliği yapmana sebep alan 'ben'im de kafamı sikeyim diye başlarsın. başlattırırlar. adamın her günü süper olmaz ki, bazı günler canım sıkkın oluyor, öyle işte. geçen öğlen allah'ın belası psikolojik sorunlarımı, psikolojik sorunlarımı bilmeyen iş arkadaşlarımın yanında onlara belli etmeden sıvıştırmaya çalıştım. bıktım ulan harbi bıktım. sonrasında hediyesi baş ağrısı, yorgunluk, moral çöküntüsü vs. e ben de eve gitmedim, zıkkım gibi içtim. ertesi gün iş var, takılmamak lazım da uzadı işte. her insanın bir limiti var, belli ki dolmuşum. ne kurcalıyorsunuz? geç geldim işte; o an öyle bir araya ihtiyacım vardı. anaaa sanırsın ki her akşam ayyaşız. evde, mükreminimsi bir muamele.


anladım ki; ağızdan çıkan bir ''nasılsın oğlum, neyin var?'' cümlesi hayat kurtarırmış... ben o yaşı geçtim ama o, o yaşlarda idi.


burası bildiğin gibi biraderim.


öperim o gergin yanaklarından.

serhan.

27 Mart 2013 Çarşamba

stabilo

pehh,

stabilo kalemlerin çoh değişik renkleri var. meğer ne kadar da mühimmişsin sen, stabilo kalem? şöyle ki, stabilo kalemlerle hayatımın tüm renklerini çizebilirim. ama maalesef hayatım pek renkli değil o yüzden en çok gri ve siyah kullanırım. renkli olarak, sarı ve lacivert. malum bu renklerin hastasıyız. stabilo kalemler öyle güzel ki, onlarla boru çizmeye kıyamazsınız. ama ben onları boru çizmek için istemiştim, tanesi 1,5 TL. çok pahalı dedi satınAlma. halbuki prezentasyon yaparken şeffaf A4ün üstüne boruları, fittingleri çizer, ne neymiş anlatabilirsin. çok şık. insanlar seni dinler. ben, bu kalemleri bu sebepten dolayı istemiştim, bak ne güzel anlatıyor adam? ne hoş, renk renk ne kadar da özenmiş?.. desinler diye. boru, mavi olursa temiz su borusu, portakal rengi olursa doğal gaz borusu ve kahverengi olursa, kanalizasyon borusu. işte beynelmilel renkleri budur. aralarındaki ek parçayı, demek istediğim boruları birbirine bağlayacak fittingleri çizeceksen siyah rengi kullanacaksın. mavi renkleri iskandinav ülkeleri kullanır. biz kullanmayız. ben ise bu gidişle artık mavi stabilo ile sadece deniz çizeceğim.

fitting veya ek parça deyip geçmeyin. bunlar, boruların arasına elektrofüzyon veya alın kaynak ile girerler ve boruları birlikte tutarlar, dönüş verirler, daralma, genişleme sağlarlar. çok önemlidirler. boru hattında bir doğal gaz kaçağı olursa, yolda yürüdüğün kaldırımla beraber Allah katına fırlarsın. aslında boru deseler de genelde fitting patlar, çünkü dönüşlerde dümdüz kaptırmış gelen su/gaz bir anda 90 derecelik fittinglere çarpar. işte bu ahvalde fittinglerin basınçlara dayanması lazımdır. polietilen 100 hammadde, 10 N/mm2 kuvveti absorbe etmeli. bunu C'ye bölersen hoop stresi bulursun. C ise su ve gazda farklıdır. atmosfer üstü basınçlar. genelde suda 16 nominal basınç, gazda 10 civarına tekabül eder. dandik fitting kullanmayın ki, en iyi ihtimal; alt yapıyı tekrar tekrar açmak durumunda kalmayın. en kaliteli fittingleri aldınız ama yetmez! İyi kaynak önemli, iyi işçilik şart. ben mesela insan olarak iyi bir fittingim, çok acayip basınçlara dayandım. yalnızzz; fitting, boru ile uyum sağlamalı. aynı malzemeden olmalı. boru başka malzeme ise ek parça iyi kalite olsa da, uyuşmaz, mundar olur. tıpkı benim gibi. şirket, PE100 fitting üretiyor ama bazı önemli yerlere et kalınlığı yüksek olan, PE63 boruları koymuşlar. bunların değişmesi lazım. takdir-i patron.

kısaca bir stabilo kadar olamadık. mavi, portakal rengi boruları çizemedim, pezentasyon viremedim. birkaç adam tanıdım işte, fena olmadı. onlar da değişik bir kişilik gördüler. garip ama iyi biriydi... arkamdan bunu diyebilirler, belki de demezler. 

aha bu arada, iyi ki doğdun baba! mamafih bana pek gerek yokmuş. umarım bir sonraki yaşını daha güzel kutlarız. zaman, sen de koşma.

eyvallah,

serhan.

17 Mart 2013 Pazar

gezen tilki

selam,

yaptığım hesaplar birbirini tutmuyor, tutamıyor sevgili okuyucularım. canım çok sıkkın. hayatımın düzene girmesi için bir günde, üç günlük çalışmam lazım. lakin bu -bir günde, üç günlük çalışma- eforunu görüp, ödüllendirecek işveren nerede? cevap veriyorum burada değil. hatta o kadar burada değil ki bu kadar olur. size bu satırları yağmurlu bir cumartesi sabahı, kurtköy civarlarından yazıyorum. biz cumartesileri yarım gün çalışan, mutsuz suratlardan oluşmuş bir müesseseyiz. örnek; ben bile burada baya bi mutlu sayılıyorum, artık siz durumu gözünüzde canlandırın. 

evet, kısaca; bana üç sene lazım ama elimde bir sene var. -bir güne, üç günlük- oran buradan gelmekte. elbette olması gerekenlerin zamanında gerçekleşmesi çok iyi ama, ileride olabilir olması da, hiç umut olmamasından daha iyi. hımms bu optimist cümleyi ben mi kurdum? enteresan olmuş. neyse onu bunu sittir edin de, halamın gençliği ile tanıştım sonunda. aynı planlar, içte renkli kıyafetler giyen bir hippi ve düşler. o hippiliğe ziksen uyamayacak bir adam için çarpan kalp. keskin zeka. kendine güven, istese de bir yere kadar dizginleyebildiği kibir. ve dağınık bir psikoloji. hikayede, kadın cevval ama erkek pasif. 

kadına tavsiyem;

kendisine gezen bi' tilki bulması yönünde. tilkinin, postunda çizikler olsun. olsun ki, mücadeleci olduğunu bil. sevdiğin zaman, postun altındaki yaraları hisset, zira bunlardan sende de var; tanırsın, bilirsin. öbür türlüsü inan zor.

öyle.
serhan.

12 Mart 2013 Salı

psikolojiden yiyorum

selam,

yazık olmuş be bana. vallahi billahi yazık olmuş. dünya üstünde psikolojisi benim kadar bozuk olup da, normal davranmak zorunda kalan kişi sayısı azdır. hepsine buradan kolay gelsin diyorum. pehh! işin boktan tarafı, size anormal gelen halim aslında, normal olmak için çabaladığım halim. cidden, beni bırakın gideyim, paşa paşa erenköy ruh ve sinir hastalıklarına yatayım. (bakırköy olmaz bak. bilmediğim semt. ayrıca sevimsiz.) arada uğrarsanız eyvallah, uğramazsanız da canınız sağolsun. ama yok! yatamam, yapmam gerekenler var. var ya; bina olsam yıkarlar beni. betonda, demirde bir eksiklik yok. hatta bolca kullanılmış. sorun temelde, zeminde. o zamanın teknolojisine göre; bir katta 4 daire toplamda 4 katlı olmam gerekirken, beni birbirine bağlı iki bloktan yapmışlar, sekiz kat çıkmışlar. mütahit çok şey beklemiş bu binadan. yıkıldım yıkılacağım. lakin yıkılmamam da lazım. binada oturanlar var. boş olsa yıkılayım. agorafobi vardı bende. travma sonrası gelişti, belki önceden de vardı. öncenin bazı kısımlarını sonradan hatırladım da, emin değilim. uyduruyor bile olabilirim. agorafobi yüzünden belli bir süre, ait olduğum yerlerden uzaklaşmadım. arada ait olduğum yerleri değiştirdim o kadar. değiştirirken biraz zorluk çıkıyordu ama sonra el mahkum alışıyordum. 

bir dönem herkes dışarı çıkarken ben evde otururdum, binbir zorlukla dışarı çıkabiliyordum. eziyetti resmen. normal bir insan evladı günde 5 km yürüyerek, yeni yerler görerek, bana -çok gezen insan- kategorisinde tur bindirebilirdi. ben de (o zamanlar internet yaygın değil.) ansiklopedi okuyordum. baya baya cilt cilt ansiklopediler. o yüzden çok salak saçma konularda bilgim vardır. bu durum tabi dışarıdan da fark ediliyordu, gücüme gidiyordu böyle bir psikolojiye sahip olmak. biriktirdim biriktirdim, bir gün, depresan dostu beynimle ''yolcu yolunda gerek, ben gidiyorum'' dedim. iki kere yaptım bunu. birinde 5 öbüründe, 4 sene yok oldum. atıyorum, insanların 500 günde kat ettiği mesafeyi, 50 günde kat ediyor, 9-10 ülke geziyordum. agorafobim yok muydu? uff tavan. slovakya'da dağlarda yanımda bir allah'ın kulu yokken panik atak oldum olum ben. garip ülkelerin, garip lokal barlarında nefes alamadım da, sakinleşmek için kaç tane shot içtim? 

psikolojim benimle uğraşıyorsa, ben de onunla uğraşıyordum. kolay lokma değildim. psikolojim böyle 3 boyutlu, insan kılıklı bir şey olsa ağzını burnunu kırardım onun. bu arada agorafobinin sözlük anlamı, açık hava korkusudur. korku denince; ''hassiktr açık hava..! çok korkuyorum süleyman abi! sarıl bana'' şeklinde bir korku değil. rahatsız oluyorsun, dünya-gökyüzü büyük geliyor, insanlar üstüne üstüne geliyor gibi oluyor. başın dönüyor, tam göremiyorsun vesaire vesaire... gerçi, insanların yarısı gerçekten üstüne üstüne geliyordur da neyse. harbi garip bir duygudur. bu durum; önceleri çocukken yorganın altına saklanırsın ya, e sonraları yorgan altı zamanın artık geçmiştir daha doğrusu yorganın altına saklansan da olacakların önüne geçemeyeceğini anladığın vakitlerde başlar, gelişir. psikolojik sorunlar yorucudur. ayrıca şimdi aklıma geldi, eğer deve kuşlarında agorafobi varsa, kuş beyinliler arasında bile gerizekalı olan deve kuşunun kafasını kuma gömmesini mazur görmek lazım. o esnada insan bile, kainatın en gelişmiş beyni ile öyle bir saçmalıyor ki, anlatılmaz, yaşanır.

Profesör Nash nasıl hayali arkadaşlarını görüyor da onlarla konuşmuyor; benim haleti ruhiye de Nash'inkine az biraz benziyor. neyse işte; bende bu agorafobi durumları hala mevcut ama elimden geldiği kadar görmezden geliyorum, yapacak daha iyi bir şey yok. mesela bu aralar kendimi bağdat caddesi'ne çıkacak gibi bile hissetmiyorum ama teaa ırak'taki bağdat civarlarına gitmeliyim. ve yine normal davranmalıyım. bu devirde, insan ruh hastalığını bile yaşayamıyor, hep psikolojiden yiyorum.

siz bana bakmayın,
I will be okay...

öperim,

serhan.

28 Şubat 2013 Perşembe

temiz adamım

selamlar,

heh o çok istediğim projeyi aldım. bu aralar, sabah 6 akşam 9 arası yokum gibi bir şey. ekmek parası dostlar. lakin proje beklediğim ciddiyette çıkmadı diyebilirim. öncelikle teknik resimlerde büyük sıkıntı var. azeriler zaten iş konularında tırttır. bakalım, hayırlısı. ne yazayım? sabahı yazayım. 

twitter'dan biraz anlatmıştım. bu sabah biraz nane uyandım. şirkette aynı odada olduğum kişiler üşüyor, ben üşümüyorum. e haliyle camı açıyorum. sonunda; iki arada bir derede kalan vücut, afalladı. bana; hastalanıyorum, beni bırakın, siz devam edin! dedi. ben vücuduma; sensiz olmaz! anca beraber, kanca beraber dedim. duygulandı. şöyle bir silkindi, yorgundu ama her şeye rağmen yola devam etti ve hastalanmadı. aslan vücut. her neyse, benim ne kadar su manyağı olduğumu bilirsiniz. bilmeyenleriniz de öğrendi. sabah, üşütmeyeyim de işlerden geri kalmayayım diye duş almamaya karar virdiydim. fakat suyu öyle seviyorum ki, oramı da, buramı da yıkamalıyım derken ortaya namaz abdesti gibi bir şey çıktı. ek olarak da saçları şampuanladım. bu arada, banyo gölet oldu. çok pis banyo ıslatırım zaten. neyse diş, kulak vs. yıkadım ama içim rahat etmedi. banyonun kapısına kadar gelmişken ani bir hamle ile hoop duşa girdim. üç-beş dakika suyla oynadım, çıktım. sonra düşündüm de ben duşa girerken, duşta yüzümü sabunluyorum, dişimi duşta fırçalıyorum. o duş teknesini efektif bir şekilde kullanıyorum. gözüm kapalı ne nerede, hangi lif ne tarafta asılı biliyorum. banyo, evde benim ikinci adresim. kısaca; emekli binbaşıdan temiz renault toros gibiyim.

heh son cümle komik oldu. benden bu kadar. bu aralar hiç kimsenin blogunu okumuyorum. yorum da yapamıyorum. siz de uğramazsanız sorun yok. seni öperim, seni de, seni zaten öperim. arkadaki, seni öpmem. ısınamadım sana. bazı insan, bazı insana ısınamazmış.

eyvallah.

Serhan.

not: neymiş? temizlik hep imandan gelmiyormuş.


24 Şubat 2013 Pazar

heyet raporu

Selam-un aleyküm,

Allah'ın izni ile hayırlı bir yazı olsun, okuyanlara zeval ve sıkıntı vermesin. yazımız boyunca alkollü içecek servisi yasak olup, şerbet içilmesi uygundur. THY sonunda istenilen seviyede, ''globaly islamic!'' bir havayolu oldu. eserimizle ne kadar övünsek azdır? ayrıca, şarap içmeyin üzüm yiyin. üç çocuk az, altı çocuk yapın. karılarınız hayızdan kesilirse, hemen gidip yenisini alın. Türk'üm demeyin! bu faşistlik içeren bir söylemdir. bakın, Balkan Türkleri'nin varlığından bihaber Hakan Şükür'e. yalakalıkta sınır tanımayarak, hemencecik Arnavut oldu. siz de Gürcü olun mesela, Bosnalı olun ama sakın Türk olmayın e mi? Ha? Kurtuluş Savaşı'nı kim başlattı, kim kazandı? Bu ülkenin adı neden Türkiye? oraları sakın karıştırmayın. Ah be güzel Ata'm! inan ki üzülüyorum, bıraksaydın bizi, bu hain halkı! vallahi kurtarmasaydın da, ebemizi bi' sikselerdi rahat rahat. bu gerici ibnelerin hepsi, tek göz odada göt göte ibadetlerini gizlice yapsalardı da anlasalardı. sen de bizi kurtarmak yerine, ahir ömründe bari 5-10 sene daha fazla yaşasaydın! 

Ulan nereden girdik yine mevzuya? ben, geçen hafta heyet raporu alacaktım, çünkü uzun süredir beklediğim bir projeye dahil oldum. yeniden bazı tahliller ve sağlık raporu gerekti. e ben ruh hastasıyım biliyorsunuz. ama psikolojik muayeneden sorunsuz geçtim. yazıya tam giriş yapmadan önce, heyet raporu için merdivenköy polikliniği'ni seçmiş olan beynimi huzurunuzda bi' kez daha daha sikiim. o hastanedeki insanlar bence; mutant, fotosentez yapabiliyorlar. zira içeride oksijen nevinden bir gaz yok. bu ortam, maalesef kalabalıktan hoşlanmayan -post travmatik şekilde yıkık- bir bünyeye sahip olan, Serhan'ın yaşamını sürdürmesi için son derece namüsait. o beyaz ışıklar, o mis kokulu halkımız, boy boy çocuklar... yemin ediyorum, saydıkça içim daralıyor. kafam sepet vaziyette, dahiliyeye doğru gidiyor, heyet raporu alma yolculuğuma başlıyorum. tahmin ettiğim gibi, benim tansiyon yüksek, 20/11 çıkıyor. durumumu izah edeyim diyorum, lakin doktor -sıradaki- diyor ve beni pek iplemiyor. çıkarken; EKG, Akciğer, kan-idrar tahlillerinden sonra gel! diyor. kendisini son görüşüm oluyor. KBB için, burun ve boğaz normal geçiyor ama duyma testi için çocuk psikiyatrisinin önünde numaranızın gelmesini beklemeniz gerekiyor. çocuklar çığlık çığlığa. neyse 45dk sonra içeri giriyorsunuz, o cıvıl cıvıl ortamdan sonra, bir anda kozmik odadasınız. oda, dediğim; plastik çocuk kulübesi. bu sefer de, aşırı sesten sessizlikle tanışan kulağınız çınlamaya başlıyor. kulaklığınıza gönderilen biip, dınn, çınn gibi sesleri bu çınlamadan ayırt edip düğmeye bastınız bastınız, yoksa sağırsınız. ben ki harbi çok iyi duyarım 13 tanede 3 tane kaçırmışım. ha bir de gevşek bir herif var girişte. espri falan yapıyor. en azından öyle sanıyor fakat fazla yaşamaz o. bir tane de ilk başvuruda var aynısından. nöroloji, ortopedi ve genel cerrahide sıkıntı yok.

akciğer röntgenine gidiyorum, nijeryalı bir uzman doktor çıkıyor karşıma. senin ciğerler iyi ama bak; kalbin büyümüş diyor. rapora, ''minimal derecede kalp büyümesi vardır...'' diye yazıyor. haydaa? diyorum. oradan kalp için EKG'ye giriyorum. EKG'de hemşireyi suçlayan bir teyze ile karşılaşıyorum. neymiş? saatini hemşireye vermiş. hemşire kaybetmiş yada çalmış?! bu yaşlı modellerini çok iyi bilirim. bunlar, insanı suçlamak için programlanmışlardır. öncelikleri budur. bazen okuyoruz; yaşlı adamın kafasına kürekle vurmuşlar diye... heh, bunlar durup dururken olmuyor işte. tahrik de var. kadın saatini oralarda bir yere sokmuş, bulunuyor. hemşire masum. benim EKG çekiliyor, doktor çok iyi diyor. kalbim büyükmüş diyorum. sen sporcu adamsın ondandır... diyor. içim rahatlıyor biraz. ve ertesi gün; 10-12 arası göze gidiyorum. 12den sonra heyete bakılmaz deniyor, önce ölçüm diyorlar. bilgisayarlı ölçüm makinesinin çene kısmı en altta takılmış. o yüzden çömelerek gözlerinize baktırıyorsunuz. operatör bir pilot edası ile size -hangi gözünüz, ne kadar bozuk- bilgisini satış fişi kılıklı bir kağıt halinde veriyor. bakıyorum benim gözler 1.00 hiper, 1.25 astigmat, 1.75 miyop vs. çıkmış. yuh lan diyorum amma bozulmuş gözlerim? bu arada önümde İETT çalışanları var. genelde mekanikler, yaşları da emekliliğe yakın. belli ki o bölüm kapanmış, adamları şoför yapacaklar. onlar da şaşkın. göz muayenesine girerken gülüyorlar, çıkarken suratlarından düşen bin parça. sıra bana geliyor. hocam merhaba diyorum ama hoca, arıza belli. kağıda bakıyor hmm diyor. üst satırı oku! okuyorum. altı oku! onu da okuyorum. en altı oku! onu da okuyorum. susuyor. sizin o ölçüm makinesi zannımca miyadını doldurmuş, hocam diyorum. hoca belli ki, benden önceki İETT çalışanlarını düşünüyor. hepsinin alakasız gözlükleri olacak. gözlüklü şoföre denk gelirsem, ''abi, gözlükleri merdivenköy polikliniği'nin raporu ile mi aldın?'' diye soracağım, siz de sorun. evetse, inin o otobüsten. umarım bu hatayı düzeltmişlerdir. 

sonunda, tahlillerim, EKG, akciğer diğer bütün hepsini alıyor ve tekrar dahiliyeye gidiyorum. bu sefer bir kadın doktor var odada. durumu anlatıyorum. dinliyor. evet, dinleyen bir doktor! gerçekten çok enteresan. sabah 9'da başlayan maraton, saat 16:00 civarı, ben bedbaht bir haldeyken bitiyor. doktor son kez tansiyonuma bakıyor ve tansiyonum, bu sefer de 21/11 çıkıyor. hoca, biraz bekliyor. tansiyon önce 19'a sonra 17'ye düşüyor. bir önceki gün, spordan sonra 13/8 ertesi sabah da 12/7 olan tansiyonumun, nedense merdivenköy polikliniği ile kimyası uyuşmuyor. hoca, rapora teşhis olarak, ''beyaz önlük'' sendromu yazıyor. bana da, bir kardiyaloğa uğramamı, holter taktırmamı tavsiye ediyor. EKG'min tansiyonu olan bir hasta EKG'sine benzemediğini de yineliyor. heyet kararını 6 mart'ta verecek. bu arada, antidepresanlar da karaciğeri biraz yormuş. ilaçları değiştirmek lazımmış. zaten bir halta yaramıyorlar.

heyet raporu işiniz varsa ve fotosentez de yapmıyorsanız; aman diyeyim dostlar, başka polikliniğe...

eyvallah,

Serhan.

21 Şubat 2013 Perşembe

benim inandığım tanrı

selam,

şimdi ben bütün dinlere aynı mesafedeyim. uzak mesafede. lakin şöyle bir durum söz konusu, allah'a inanmayı istiyorum. benim için önce ilim, irfan gelir. agnostik olan düşünceye yakınsın işte! dediğinizi düşünüyorum. yok o da değil. diyelim ki, tanrı var. e tanrı mesajlarını insanlara nasıl gönderecek? elçi yoluyla. bu kadarı agnostik düşünceyi bulanıklaştırmaya yeter zaten. detaya girmiyorum, zira bulanık durumlarla işim olmaz.

evet, 'elçiye zeval olmaz konusu'ndan devam edelim. elçi ile iletişime geçen tanrı; iyiliği, kötülüğü, yapılmaması gerekenleri, yapılması gerekenleri vs hepsini elçiye anlatıyor. bu anlattıkları da malumunuz, insanlar okusun da uygulasın diye kitap haline geliyor, getiriliyor. bu esnada, tanrı'ya bakıyoruz. hayvanlar, bitkiler, doğa, insanlar hepsi mükemmel. yaradan adına yakışır bir şekilde hakikaten yaratmış. bir de, keşfedelim, öğrenelim, özgür seçim yapalım diye de biz insanlara, diğer canlılara nazaran daha çok çalışan bir beyin vermiş. e kullanıp, kullanmamayı yine sahibine bırakmış. denize bakıyorsunuz, insanın bazen denizi içesi geliyor, benim geliyor. fakat bu güzelliği yaratan tanrı, kitabında diyor ki, haşa! saçın, başın görünmeyecek, ört onları. emir kipini hiç sevmem. etrafta da diyelim erkekler var. e deniz orada nasıl gireceksin bu denize? yasak mı bu şimdi? hiç olur mu? edep yerlerini ört, atla. o deniz senin hakkın. edep yerlerini örtmezsen, ben ve benim gibiler bunu davet olarak algılar, peşinden atlarız. erkeğiz be. en kibarımız bir anda ''meme uçlarınız zıpkın gibi olmuş, su soğuk galiba?'' bile diyebilir. neyse  daha fazla cıvımadan, denizden güneşe geçelim. güneş girmeyen eve doktor girer... demiş atalarımız. kafisi yararlı bu ışınların. bilim öyle diyor. ama güneşin alnında baş örtüsü, abartanlar için kara çarşaf? bunu mu istiyor tanrı? yaradan, mezalim çektirmek için mi yaratmış insanları? sıcakta kurdeşen döksünler mi istemiş? oruç, bilhassa tanrı için tutulurmuş. öyle yazar. okudum. şu an bilimsel olarak da açıklanan, insanın o kadar saat aç kalmasının uygun olmadığıdır. nefis köreltme derseniz ben sizin karşınıza yine düşünebilen insan beynini çıkarırım. ben aç gözlü bir adam değilim, nefsime hakim olabilirim. ve gelelim tapma işine; koskoca yaradan duymak istediklerini listeleyecek, kitapta toplayacak, insanlar da bunları ezberleyip kendisine söyleyecek. tanrı da bundan haz duyacak. yaratma yetisine sahip bir güç, insanlardan bunu niye istesin? olmuyor işte.

hah şimdi gelelim benim düşünceme; ben, mitolojiyi çok severim. şimdi diyorum ki; bizleri, bu içine etmekte olduğumuz doğayı, eziyet ettiğimiz hayvanları yaradan güç ile kendisine daha önce gönderdiği şekilde tapmazsan, yazılanları irdeler ve yapmazsan, öldüğünde cehennemde cayır cayır yanacak veyahut ahiret gününde kör dirileceksin diyen güç aynı o-la-maz. mantığa aykırı bi' defa. bu dünyada şarabı yasaklayan, öbür dünyada bunu vaad etmez. benim inandığım tanrı'yı bir şekilde, bir yerlere hapis etmiş olmalılar sanırım. yada bu tanrı'dan gelen mesajlar alınırken, bir hata oldu.

görüşürüz.
serhan.

17 Şubat 2013 Pazar

plan mı hayal mi?

günaydın,

çocukken, daha gençken ileriye dönük planlar kuruyorduk. (hala kuruyoruz, bıkmadan usanmadan hala kuruyoruz.) daha sonraları, bu planların bizim düşündüğümüz kadar değil de realitenin izin verdiği kadar gerçek olabildiğini -tecrübelerimizle sabit- öğrendik. günler geçtikçe bu tecrübeler bize, o zamanında kurduğumuz planların çoğunun maalesef bir ''hayal'' olduğunu gösterdi. bizler plan yerine, realiteden uzak, tam gelişmemiş beyinlerimizle gerçekleşmesi imkansız olayları tasarlıyor, kısaca; hayaller kuruyormuşuz. işin aslı şu; hayat ilerler, planlarınız da hayatın gidişine göre şekil alır. geri kalan ise; bu şekilleri, o çocukken kurduğunuz hayallere benzetme çabasından başka bir şey değil.

üstteki paragrafı neden yazdım? bu sabah bir arkadaşım aradı. direkt konuya girdi; ulan! hayatımda hep hayalini kurduğum güzellikte bir kızla güne merhaba dedim. cümle garipti fark ettim ama; ne güzel... diye cevap verdim. sessizlik oldu. yalnız dedi, ana çerçeveden kızı çıkartırsak, 30 yaşında, yan odada annemin-babamın kaldığı, babaannemden kalma, üst komşu tuvalete girdiğinde, sanki tepemize sıçıyor hissi uyandıran bu iğrenç dairede, puslu ve iğrenç bir pazar gününe DAHA uyandım. ne hayalmiş be? dedi. kızı çıkar kabus. (dinliyordum.) bu kızla, çok başka bir yerde uyanmam lazımdı benim! dedi. o da olur be daha gençsin, bozma moralini. dedim. bok olur! neyse, senin de canını sıktım, deden nasıl? diye sordu. rica ederim, dede kötü. bir şeye ihtiyacın var mı? dedim. bana ait olan, mümkünse havuzlu daire, kapıda eli yüzü düzgün bir araba, bankada yeterli miktarda para dedi. haa bir de cumartesileri çalışılmayan iş olursa, tadından yenmez?! dedi. güldüm, hafta arası rakı-balık yapalım dedim.

şimdi arkadaşım çok şey mi istedi? hayır. ben, ona bunları verecek durumda olsam; pazartesi veririm. dediği gibi, çerçeveden kızı çıkar, resim hayli iç karartıcı. hayallerle yaşamak, daha sonra yüzleşilen hayalkırıklıkları insanı çok etkiliyor çok. hayal kurmadan da olmaz ki? usturuplu hayal kurmak mı gerekiyor? hayallerimiz bile kısıtlanmış, mesela en fazla 4GBlık hayal kurabiliyoruz gibi...

zaman, sevmediğim bir kavram.

iyi sabahlar,

serhan

16 Şubat 2013 Cumartesi

arkadaşımın misafiri benim de misafirimdir

selam,

ne acı ki, bizim memlekette bile ''arkadaşımın misafiri benim de misafirimdir...'' felsefesi çökmek üzre. neden böyle oldu? klasik olarak cevaplanan, insanlar ekonomik açıdan zor durumda da ondan... cümlesi, açıkçası benim çevrem için pek uygun değildir. bence insanlarımız artık, -batılılar gibi- misafirin düzen bozduğuna inanıyorlar. ben, misafir etmeyeyim, misafir de olmayayım zati paranın damına koydum gibi, bu saatten sonra olsa olsa otellere misafir olur, kimseye de yük olmam... gibi tasvip etmediğim bir zihniyetteler. hah bu arada bu işler belli olmaz. bir bakmışsın ki evde yapılan hararetli planlara, tanrı el koymuş ve olmadık bir yerde, zorunlu misafir oluvermişsin. kaldı ki, ''misafir umduğunu değil, bulduğunu yer!'' sözü, eldeki imkanlar kadar misafirin ağırlanması gerektiğini söyler. dediğim gibi, benim etrafımdaki kişilerde de bu sözün karşılığı en fazla darboğaz olur. ama gerçekten isteniyorsa, o darboğazdan imece usulü bile olsa, geçilir. niyet önemli. eğer bahaneler baskın ise; bir yerlerde sıkıntı vardır. ben, misafirim veya kişiler. zorlamaya gerek yoktur.

ilk paragrafta anlattıklarımdan, ''misafirimi kucakladığım gibi arkadaşlarıma yatıya götüreceğim!'' konusu anlaşılmasın. hah misafirimi kucaklar, evimde bulunan dört odadan (3+1 ferah, ebeveyn banyolu :)) birinde yatırırım, sorun değil. benim dediğim; ''arkadaşımın misafiri benim de misafirimdir...'' felsefesinden yola çıkıp, beraberce yenilecek bir yemek, içilecek kahve, rakı vesaireden ibarettir. ha bana gelecek; ''misafirimi misafir eder misin'' teklifine ise evimin kapısı 7/24 açıktır. bu, on senelik yurt dışında ikamet etme durumumdan da kaynaklanabilir. ama genel olarak yedirip, içirmek haz duyduğum eylemlerdir. misafir etmek denildiği zaman ise; ek olarak -yatırmak- fiilini katıyorsunuz işte. atla, deve değil. misafir ağırlamak bazı insanlara nedense ağır gelir. aslında, düşünceli olmak kafidir. misafire de bağlı biraz. unutmadan yukarıdaki, bahsettiğim ''otelde misafir olurum..'' düşüncesi de aslında bana göre değil. e ayıptır söylemesi, pek çok yerde bir tanıdığım mevcuttur. gelebilecek içten bir teklife ''evet'' der, otel işinden kolayca sıyrılırım. otelleri pek sevmem. içten teklif gelmezse de, kamp yapmayı tercih ederim. mevsim uygun değil ise, otantik bir pansiyon da işimi haydi haydi görür.

bendeniz, çok harika, sakin yapılı, düzenli, planlı-programlı bir insan olamayabilirim lakin misafir ağırlama konusunu bilirim. ve ''arkadaşımın misafiri benim de misafirimdir...'' kültürünün sıkı bir savunucusuyum. buyursun gelsinler, gelin. sakıp ağa'yı bilemem ama bence hayat; paylaşmağğk, paylaşmağğkk ve paylaşmağğktır...

eyvallah okuyan güruh.

Serhan.

9 Şubat 2013 Cumartesi

hurdacı blogu

selam,

başlığın sebebi, yarım bıraktığım veya yazdıktan sonra okuyup beğenmediğim ''taslak'' olmuş yazılarımdır. yayınladığım hikayeler kadar, yayınlamadıklarım da var. diyeceğim şu ki; bu okuduklarınız blogun sadece bir kısmı. ee işte,  bazılarını ilk paragraf bitmeden, bazılarını ise bitime birkaç satır kalmışken terk etmişim. bu yarım kalmış hikayeler acaba bana çok mu kızgındır? ben olsam kızardım. belki onlar yayınlananlardan daha fazla yayınlanmayı hak ediyor ama işte tekrar dönüp, yazmak, hatta iş çıkar mı diye bakmak bile içimden gelmiyor. yayınlanmış hikaye olsam, taslaklara, '' arkadaşlar boşuna üzülmeyin! bizler yayınlandık da ne oldu? en fazla okunan hikaye bin kere okundu. boş verin, takmayın kafanıza. adam sorunlu, o an; sizi yayınlamayacağı tutmuş. '' derdim.  

hurdacı dükkanlarını çok severim. zamanında bayrampaşa'da az hurdacı gezmedim, çok zevklidir. işine yarayan bir şey gördüğünde, istemeden gözlerin parlar. işte bu ışığı hurdacı anında görür. onlar böyle para kazanırlar. pederin işi o taraflarda idi. blogumun sizin görmediğiniz kısmı, taslak dolu. taslak, hurda. blog sahibi yani ben, hurdacı. aklıma hepsini birbirine ekleyip tek bir yazı olarak yayınlamak da gelmiyor değil. bu konuyu düşüneceğim. belki gönüllerini bu sayede alırım. hem belki de sizin beğendiğiniz birşeyler çıkar içinden, kim bilir? dün, son yazdığım yazıyı -fazla özel- diye taslağa çevirdim. nihahaha pirens - kurbaa, kurbaa - pirens masalı gibi. işin garip yanı, kendimi suçlu hissedip yeni bir yazı yazdım. benim sorunlarımdan bir tanesi de budur. suçlu hissedip, kendime iş çıkarırım. yaparım bunu. peki ne oldu? o yazıyı da taslak halinde bıraktım. taslağın taslağı. bu ilk oldu. taslağın taslağında, son kitabım ''for rent'' ile bilgi veriyordum. kitap derken, çokça fikrin, az yazıya dönmüş şekli. pek mühim bir şey değil. bilim-kurgu gibi bir şey. büyük ihtimal ebediyen fikir olarak kalacak bir karalama. sinir bozucu şekilde pesimist miyim ben, yoksa gerçekçi mi? eskiden bana pesimistsin olum sen! diyenler, bugünlerde benimle aynı fikirdeler. şansım yok. hem de hiç. ama belki bu sefer de benim fikrim değişmiştir. fikir benim değil mi?

işte sevgili okurlarım. benim hikayelerin akıbeti, yazının bitmesi ile sonlanmıyor. yazının yayınlanma faslı da var. o da benim değişken ruh halime bağlı. bazen insan kendini yalnız hissediyor, ama bu insan ben isem; sorun değil, çünkü ben yalnızlığı severim. terk-i istanbul zamanı geldi gibi, hissediyorum yok yok kokusunu alıyorum. bu yazıyı da mı yarım bıraksam acaba? latife, bitti.

iyi sabahlar,

serhan

6 Şubat 2013 Çarşamba

onsekizsorumimi

selam,


Mia mimlenmiş, soruları cevaplamış, sonra o kadar takipçisinin arasından beni de mimleyivermiş. Öylesine seçmedi ise, mimlediği kişilerin cevaplarını merak ediyor olmalı. Ben de bu sorulara gayet ''ben gibi'' cevap vereceğim.


1- Hayatınızda mucize olarak nitelendirebileceğiniz bir olay geldi mi başınıza?

evet. çok sarhoşken nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde (sanırım uyudum) köprü yolunda ters dönmüş arabamın içinden sağ çıkmam, hatta çıkmamız mucize idi. Aslında 3-4 kere direkten dönmüşlüğüm vardır da, bu kafi.


2- Hayatınızda aldığınız en büyük risk neydi?

Rus polisinin suratına dirsek atmam olabilir. Fena hırpalamışlardı. ama bence alkollü araba kullanmak, aldığım en büyük risk.  

3. Almayı düşünüpte alamadınız neler var?

düşünüp de alamadığım bir sürü hediye var.

4- Kıyafet konusunda takıntılarınız var mı? (Asla beyaz giymem vs.)

Sarı-kırmızıyı aynı anda giymem. beyaz, pazar donu da giymem. 

5- Nefret ettiğiniz huylar ya da nefret ettiğiniz insanlar?

paylaşmasını bilmeyen, aç gözlü insanlara tahammül edemem. tutumluyum diye kendini kandırıp, cimrinin sözlük anlamı olanlardan da hiç haz etmem. mert olmayan adam da sevmem.

6- Sizi en net tanımlayan kelime hangisi?

Sıradışı.

7- Hayata yeniden gelme şansınız olsa, hangi ülkede doğmak isterdiniz?

Türkiye diyemememizin müsebbiplerine küfür ettikten sonra; deniz kıyısında, sıcak bir ülkede doğmayı isterdim. Brezilya, Avustralya.

8- Tek başına bir insan keyif almak için neler yapabilir?

film izler, kitap okur, yazı yazar, müzik dinler. bilmediği her hangi bir şeyi öğrenebilir.

9- Nikah masasında evleneceğiniz kişiden "Hayır!" cevabı alsanız?

bu düşüncede olup da, evet de diyebilirdi diye düşünür ve; sinir katsayım yükselmeden gitmesini söylerdim.

10- Ölümden sonra var olan hayata inanıyor musunuz?

ölümden sonra yaşam olsa harikulade olurdu ama benim ümidim yok. hayır.

11- Sizi yazmaktan soğutan olaylar?

bazı yazıları anlayabilmek için empati yapmak, belki de geçici olarak yazarın ruh haline bürünmek gerekebilir. tamam burası blog, kitap değil ama yazı yine yazı. yazdıklarımın ana-fikrini bile anlamadan, sallapati yorum yapıldığı zaman; ee niye yazıyorum ki ben? dediğim oluyor. 

12- Kendinize robot bir sevgili yapıyorsunuz, ona hangi özellikleri eklemek isterdiniz?

hissedebilmesini isterdim. 

13- İnsan kaderini mi yaşar, kaderini mi yazar?


her verdiğimiz kararda, kaderin tekrar yazıldığını düşünüyorum. ama matematikteki çift gerektirme, ''insanın kaderi zaten bu kararları vermekmiş...'' düşüncesini de ortaya atar. insan kaderini yaşar.

14- Aklınıza ilk gelen ingilizce kelime hangisi?

fuck.

15- Bir kitap yazsanız, adı ne olurdu?

sonuncusu ''for rent - kiralık''

16- Blogger olmasa, şu an gerçekleştirdiklerinizi nerede gerçekleştiriyor olurdunuz?


kitaplarımı yayınlardım belki. bir yerde yazmak için teklif gelse kabul ederdim. ama ben kimseye gidip de, gazetenizde-derginizde vs yazabilir miyim? demeyeceğime göre, eskiden olduğu gibi facebook'ta paylaşırdım herhalde.

17- Birinden hoşlanıyorsun ama hoşlandığın kişi en yakın arkadaşından hoşlanıyor, arkadaşınsa boş değil ona karşı. Ne yaparsın?

kendime sarılır uyurum.

18- İnternette sahip olduğunuz ilk takma isim neydi?

ünlü rallici, rahmetli Renç Koçibey'in ismi. Rencio.

bitti.

soruları kendimden beklenmeyecek bir ciddiyetle cevapladım. yalnız insanları mimlemek işi biraz yaş. ona da çözümüm şu; 

mia, senin blogunda vereceğim cevaptan sonra gelen on kişi mimlensin. olur mu? olsun, lütfen.

2 Şubat 2013 Cumartesi

gelecek kaygısı

hello there!

sabah uyandım, klasik duşa girdim. duşta yine kafam çalıştı. ben ne zaman su altına girsem, kafam çalışır. ''zaman akıp gidiyor, bundan böyle hızlı hareket etmeliyim!'' şeklinde bir karar aldım. o atıllığı üzerimden fırlatıp atacaktım. hızlı hareketlerle hareket etmeye alışık olmadığımdan dolayı bazı aksaklıklar yaşadım. mesela çorap seçimi konusunda sıkıntı oldu. habire tek kalmış olanları seçiyordum. çoraplarıma, sizleri de yarın halledeceğim! diye ültimatom vermeyi ihmal etmedim. sonunda bir çift buldum. takım elbisemi, ayakkabılarımı giyip, dışarı çıktım. arabaya bindim. tam parktan çıkacaktım ki, park kapısı açılmadı. 

her halde bu kapıda bir aksilik var! dedim. arabayı döndürüp, diğer kapıya yöneldim ama o da açılmadı. kumandanın pili bitmiş olmalıydı. sonra görevliye telefon ettim. görevlinin olduğu taraftaydım, bu dönüş hamlesini yaparken bu olasılığı dahi hesap etmiştim. son derece sistemliydim. aradım, çalıyordu. görevli, servise çıkmış diye düşündüm. görevli, beni meşgule düşürdü. n'oluydu? arabadan indim, malum bodrumun camını tıklattım. biri perdeyi araladı. bu zatı daha önce hiç görmemiştim. bir şeyler anlatıyordu fakat aramızda cam vardı ve haliyle duymuyordum. benimki de sabırdı ve zorlanıyordu. aç teyzecim şu camı dedim. neyse, görevlinin dedesinin öldüğünü, kendisinin de dün gece apar topar köyüne gittiğini öğrendim. baş sağlığı diledim ama otopark kapısı da halen önümde bir engeldi. çünkü bizim kapıyı açan aleti kadın bulamadı. (bakmamış bile olabilir.) eliyle yok! işareti yaparak perdeyi kapattı. gireni çıkanı eksik olmayan otoparkımıza ise giren çıkan yoktu. çok hızlı hareket ettiydim aslında ben. o sırada selma teyze pencerede belirdi. eliyle bir dakika işareti yaptı. 3-4 dk içinde geldi. zaten selma teyze pencerenin önünde yaşardı. işte bu! kapıyı açacaktı. kapı açıldı. ben yine her zamanki saatimin hala 5-6 dk önündeydim. hızlı hareket ediyordum, ama meyvelerini toplayamıyordum. çok az topluyordum.

evet otoparktan çıktım lakin arabanın bütün göstergeleri söndü, kapandı. ve telefon geldi, uçak iptaldi. evet dedim. sorun yok. önce güzel bir kahvaltı yapar, oradan da elektrikçiye gider arabayı gösteririm. içimdeki hızlı olma dürtüsü kaybolmuştu. o da ne? odea bank tabelası görmüştüm. içeri girip, hülya avşar gibi yeni bir kudret, hakmışım gibi davranmak içimden geldi. acıkmıştım; şuradan bana bir panini, bir fincan da latte söyleyin bakalım deyip, paltomu sandalyeme asacak, ve odeabank'ın farkını hissedecektim. ama  bir anda bu hareketleri istesem de yapamayacağım aklıma geldi. pehh zaten baksana hızlı olmama bile gerek yok, buna doğa bile izin vermiyor diye düşünüp, 45 dk. kadar kahvaltı ettim. sağa sola bakındım. insanlar programlanmış gibiydi. ben asla böyle olamam diye düşündüm. içimdeki gelecek kaygısı tavan yapmıştı.

arabaya bindim, bütün göstergeler çalışıyordu.
güldüm.

iyi akşamlar,

Serhan.

29 Ocak 2013 Salı

içinizin içine ettim

iyi sabahlar, 

garip bir adamım. bazı değerlerimi, belki de bunların bir kısmının adı takıntı, her neyse işte onları hiç yitirmedim. mesela, pek dinle aram yoktur ama nerede cenaze, orada ben varımdır. bu konuda hassasım işte. mezarın içine inilecekse; bendeniz bu göreve, doğuştan vazifeliymişim gibi her defasında talip olur, daha sonra ise kendimi ivedilikle kazılmış çukurun içinde bulurum. fatiha bile bilmem, bu durumdan dolayı da her defasında, mevtaya değişik bir şeyler söyleyip sonra da amin derim. o an aklıma ne gelirse, içimden derim işte. anlayacağınız; benim dualar kişiye özel oluyor. ölen kişiyle anılarım mevcutsa ki, genelde mevcuttur hoca ve bir kısım cemaat! beni, fatiha okuyor sanırken, ben genelde anılarımla ilgili -fatiha niyetine- gidene bir şeyler mırıldanıyor olurum. sonra gasilane. aa bak orayı da ıska geçmem. morgda insanları popo üstü yatırıyorlar ya, popoları dümdüz oluyor. sinir bozucu bir durum tabi. düşünsenize, yok siz düşünmeyin, okuyun. allah korusun, J Lo ölmüş, onun poposu da tepsi gibi. olur şey değil. bu konuya çözüm bulmak lazım.

evet işte, can. insan canlı olduğu müddetçe güzelliği, yakışıklılığı bir işe yarıyor. nereden sardım bu konuya? 2013 Ocak, Azrail efendi'nin faza mesai yaptığı bir ay oldu. elinde orak, oradan oraya koştu durdu. o da emir kulu gerçi, memur. tek tek saymayacağım, ölenlerin hepsine, allah rahmet eylesin. ölüm pis bir şey. bu arada benim dedeyi bilirsiniz. alzheimer, işiniz-gücünüz yok veya boş vaktiniz gani ve bu sebepten dolayı, benim yazıları takip ediyorsanız dede ile ilgili anılarımı bilirsiniz. o da bi' hafta önce fenalaştı, şimdi hastanede. evde, ''sen kimsin lan, niye yatıyorsun kanepemde?'' deyip, kafama bastonla vuran kimse yok. boşluktayım. eyvallah vursun da, uykunun ortasında garip oluyordu ama olsun. şimdi burada olsa büyük ihtimal; postalları giyip, (sütçüydü) 40 yıl önce satılmış ineklere yem vermek için Çamlıca'ya yola koyuluyor olurduk. tam saati, 5:30 sabah. bakalım, bize yine fatiha vol 2344d okumak göründü gibi. ama dedem bu, belli olmaz. şaşırt bizi ömer :-/

içinizin, içine ettim biliyorum. pardon. bugün, benim özür dileme günüm olsun. bugün, zaten bir çuval inciri berbat ettim diyeceğim ama, konuyu incir olarak ele alırsak, işin içinden çıkmayız. incirler, ülke genelindeki sayıyı zorlar. anlayacağınız fena batırdım. aslında var ya, bence gayet iyi gidiyordum ama son virajı alamadım, yada belki de gitmiyordum. bana öyle geliyordu. kim bilir? siz siz olun incirleri berbat etmeyin. Ferdi Özbeğen'in sanırım beyaz renk bir saab'ı vardı. saab severim. e malum; alttaki şarkı Özbeğen'den.



eyvallah millet,

serhan.

18 Ocak 2013 Cuma

raykov'un abisi

hey,

raykov'un abisi uçakta, üç beş kere firstclass yolculuk yapmıştır. bedava olan firstclass uçuşların hikayeleri aslında bilindik. birçoğumuzun başına gelmiş hadiseler. havayolu şirketleri, her zaman uçakta bulunan koltuk sayısından fazla bilet satarlar. bu satış stratejisi ile ilgili yapılmış istatistiki çalışmalar olduğuna eminim. var bi menfaatleri ki devamlı yapıyorlar. uğraşıp google'dan araştırmayacağım ama ne kadar kar ettiklerini de merak ediyorum doğrusu. 

uçak 200 kişi alıyorsa, bunlardan 3-5 tanesi zaten uçağı kaçırır deyip, pişkin pişkin 205 tane koltuk satmak!? en kötü, ekonomiden herkes gelirse, son check-in yapanlardan birkaçını veya bakın burası önemli önceliği olan kişileri 'business class'a kaydırırız olur biter... düşüncesi?! atıyorum, uçakta emekli pilot var. o 'business class'a geçer, siz de emekli pilotun yerine oturursunuz. bu tabi en masum örneklerden. haa bir de herkesin, business class da dahil olmak üzre geldiğini düşünün. bazen havaalanlarında bağırıp çağıran, çıldıran müşteriler görüyoruz ya; hah işte onlar mağdur olan kişiler. ellerinde biletle, uçakta olması gerekirken, alanda sefil olanlar. kuvvetle muhtemel, bavulları da kaybolur onların. haa unutmadan bu yolculukta raykov'un abisinin bavulu yok.

velhasıl kelam, raykov'un abisinin hem ekonomi parası ödeyerek, hem de önceliği olan yolcuyu geçip, beleş first-class yolculuk etmişliği var. ben yanında değildim ama tanıdığım kadarı ile alkolün dibine vurmuş, yemeğin de kralını yemiştir. afiyet olsun bilader. keşke sen, ben, raykov bunu beraber yapabilsek. ne çok gülerdik? hadi beni boşverin, siz ikiniz bir daha yapabilseniz. raykov'un abisi bugün transit yolcu. uçağı ilk olarak Atatürk'e oradan da Sofya'ya inecek. bu sefer pek şanslı değil. business-class yolcu değil. işin bok tarafı, ekonomi de değil. ee nee? kargoda geliyor. evet bu raykov'un abisinin son uçak yolculuğu, first-class gelip içkinin dibine vurmak varken, kargonun soğuk hava kısmında uçmak, ne kadar da siktiri boktan bir şey olsa gerek? harbiden sikerim böyle işi. deplasmanda ölmek de bir dert.

raykov'u karşılayacağım şimdi, Atatürk'e gidiyorum. uçak 5'te iniyor, ben sallanıyorum. top çeviriyorum. nasıl bir his olduğunu biliyorum. düşündükçe göğsüm daralıyor, gidişimi erteliyorum. bu yazıyı yazayım da öyle gideyim diyorum. derken olmadı düzelteyim diyorum. raykov'um, allah abinin göremediği yılları, hatta çok daha güzellerini sana ve ailene göstersin diyorum... başka da bir şey diyemiyorum. allah'a da pek güvenemiyorum ki ama temenni ediyorum işte. seni çok iyi anlıyorum kardeşim. başın sağ olsun. sana da iyi uykular; raykov'un abisi, ali.

gittim.

Serhan.

13 Ocak 2013 Pazar

yo-pinok (2)

öykünün başı için dıklayın...

Gong o moral bozukluğu ile scooterına atlayıp, tükkana gitmiş. Gong, gephetto usta gibi tahtadan pinokyo'ya benzer bir çocuk imal etmeye karar vermiş. pinokyo'nun resmine baka baka aynısını yapmış. çinli genlerindeki kopya çekme dürtüsü daha fazlasına izin vermemiş. bi' gözleri çekik yapmış. biraz da renkleri ile oynamış. fıstık gibi oldu lan işte, bundan iyisi şam'da kayısı... demiş. adını da yo-pinok koymuş. Ling, Gong'a pirinç çorbası getirdiğinde, masanın üstünde şeyi sallanan yo-pinok'u görmüş. Ling, çok duygulanmış. o iğrenç sesiyle inanamıyorum! diye bağırmış. beni istemezsin artık diye düşünüyordum ama yanılmışım! diyerek, Gong'a sarılmış. Gong da yok bebeğim, olur mu öyle şey? doğuramazsan ben de evladımızı tahtadan yaparım! demiş. peşimde onca kadın olmasına rağmen, asla seni terk etmem diyerek Ling'e sırnaşmaya başlamış. kendi durumundan hiç bahsetmemiş çakal. 

masanın üstünü bir anda dağıtmışlar. yo-pinok da yere düşmüş. tam altlarında kalmış. ee işte malumunuz, şıp şıp yo-pinok'un üst baş batmış. (neee?) daha sonra ortalığı öyle bırakan Gong ve Ling eve gitmiş. gece yarısı, yo-pinok canlanmış, tıpkı normal bir çocuk gibiymiş. ertesi gün, dükkanı açan Gong, yo-pinok'u zulaladığı porno dergilere bakarken bulmuş. işte benim oğlum! diyerek ona sımsıkı sarılmış. yo-pinok bi' çatırdamış, baba! diye haykırmış. sesi karı gibi çıkıyormuş. Gong, sesin anana çekmiş lan deyyus deyip, yo-pinok'un enseye şaplağı yapıştırmış. Gong, Ling ve Yo-pinok mutlu bir aile olmuşlar. yo-pinok, okulda sigaraya başlamış. eve gittiğinde birkaç kere annesi kokuyu almış, yo-pinok! sen sigara mı içiyorsun? diye sormuş. yo-pinok, yoo valla arkadaşlar içiyor. üstüme siniyor demiş. Ling de bak içme oğlum allah korusun, yanarsın, kimse söndüremez seni... demiş. yo-pinok yemin billah etmiş ve banyoya kaçmış. aaa bir bakmış, ziki küçülmüş. ne yapacağını şaşırmış. ağlaya ağlaya babasının yanına gidip, durumu anlatmış. ek yap baba! buraya... demiş. Gong, gülerek; gel bakalım kerata yapalım demiş ve ek yapmış. ama ek tutmamış. Gong, durumu anlamış. 

bak yo-pinok, anlaşılan o ki sen yalan söylemişsin ve zikin bu durumdan dolayı küçülmüş. yapacak bir şey yok. doğruyu söylersen eski boyutuna geri gelir yoksa böyle bamya style, ortalıkta takılırsın demiş. yo-pinok, son sürat eve koşmuş; evet anne, ben sigara içtim, esrar çektim, bally kokladım ama bir daha böyle şeyler yapmayacağım. ne olur bana kızma, yalan söylediğim için özür dilerim demiş. neyse ana-oğul sarılmışlar.  Yo-pinok, hemen banyoya girmiş, bakmış ki alet eski boyutuna ulaşmış, derin bir oh çekmiş içinden de; layyn ne stresti be? bir daha yalan söylersem cümle alem üstümden geçsin demiş. Yo-pinok daha sonra, hiç yalan söylememiş. evet, bir meşhur öykünün daha huzurlarınızda içine ettim. 

biz erkeklerin en önem verdiği uzuv malum, ona bir şey olsa dünyayı satarız. tahta olsak bile ;)

saygılar,

Serhan.

ve son olarak adamım fırat;